top of page
  • Yazarın fotoğrafıServet Topaloglu

''ÖDÜNÇ ALINAN REFAH''

Güncelleme tarihi: 14 Tem 2023

Eğer bir ulus devlet olarak dış ticaretiniz (ihracat/ithalat) kronik şekilde açık veriyorsa, hizmet endüstrinizle (örneğin turizm, müteahhitlik hizmetleri, lisans vs) bu açığınızı kapatamıyorsanız, üstelik yerel paranız itibarlı değilse, fakat ülke içindeki refahı artırmak ve yurttaşlarınıza gelişmiş ülke vatandaşlarına benzer maddi olanaklar sağlamak istiyorsanız, bunu ancak toprağınızın, nakdi ve gayrı nakdi sermaye birikiminizin ve beşeri sermayenizin (''milli servet'') bir kısmını aşındırarak ve/veya satarak (kaybederek) ve/veya dış borç alarak yapabilirsiniz. Buna ''ödünç alınan refah'' denir.


Ödünç alınan refah risklidir. Koşulsallık içerir. Kreditörler tarafından geri çağrılabilir.


Ülke yurttaşlarının ''tam hak edilmemiş yaşam standartları üzerinde yaşama'' süresinde, yani refahı ödünç aldığı dönemlerde, devlet yönetimi ve özel sektörün etkili ve hızlı hareket etmesi gerekir. Bu kısıtlı süre içinde eğer kar marjı yüksek ihracatınızı artıramayıp, ithal ettiğiniz ürünleri nitelikli şekilde ikame edemiyorsanız, yurtdışına/yurtdışında yaşayanlara kar marjı yüksek hizmet veremiyorsanız ve yerel paranıza itibar sağlayamıyorsanız işiniz çok zor demektir. Göreceli yükselen refah seviyenizi ancak milli servetinizi kullanmaya (eritmeye) ve dış borç almaya devam ederek sürdürebilirsiniz. Söz konusu ''öğrenilmiş çaresizlik'' ülke içindeki dengeleri olumsuz yönde değiştirir, alınan dış borçların faizlerinin yükselmesine, kredi koşullarının ağırlaşmasına ve ülke içindeki nitelikli yurttaşların ülke dışına göç etmesine neden olur, yeni kuşakların hareket alanını ciddi derecede azaltır.


Bu nedenle, alınan dış kredi süresi içinde hızlı ve etkili bir şekilde ''nitelikli bir ulusal strateji'' ve ''iyi yönetim metot ve ilkeleriyle'' dış ticaret ve/veya cari fazla yaratır konuma gelmek, yerel paraya itibar kazandırmak gerekir.


Siyasi ve sosyal geçmişlerinde cumhuriyet ve demokrasi kültürü zayıf kalmış, yukarıda anılan ekonomik sistemi kuramadan çok partili demokratik ve küresel liberal sisteme geçen ulus devletlerin* milli servetlerini, paralarının itibarını ve toplumsal refahlarını 10-20 yıl gibi kısa sayılabilecek sürelerde ''sürdürülebilir'' şekilde artırması ve tabana yayması beklenmemelidir. Hatta bu sürenin yüz yıla kadar uzama riski söz konusudur.


Cumhuriyet, demokrasi ve liberal sisteme geçerken, ülkenin en erdemli ve nitelikli (liyakatli) bireylerinin, etkili ve demokratik kontrol-denge mekanizmaları kurarak ülke yönetiminde bulunmaları, işbirliği yapmaları ve bunu sürdürebilmeleri bu süreyi ciddi derecede kısaltır. Bunun gerçekleştirilmesi de yazıldığı kadar kolay değildir. Zira farklı sürümleriyle orijinal anlamı değişikliğe uğrayan cumhuriyet ve demokrasi rejimlerinde yönetime gelme mekanizmaları farklıdır ve her yurttaşın oyu eşittir**. Toplumun yaman, bencil ve enerjisi yüksek grupları, erdemli, iyi eğitimli ve siyasi polemiğe girmek istemeyen nitelikli yurttaş gruplarını yönetim sistemin dışına çıkararak ülkenin odağını çok uzun yıllar daha kısa vadeli kazanımlara ve salt pragmatizme dönüştürebilir***.


Küreselleşme, mal, hizmet ve sermaye akışının serbestliğidir. Ürün ve hizmet karlılığı yüksek, buna ilaveten son derece düşük maliyetle ürettikleri banknotların üzerine istedikleri rakamı yazarak ''satabilen'' ulus devletler küresel sistemde çok avantajlı bir başlangıç konumundadır. Küreselleşmeyi teşvik eden de zaten onlardır. Küreselleşme dalgası, liberalleşme adıyla ikinci dünya savaşı sonrası ABD'nin önderliğinde oluşmaya başlamış, 1980 sonrası giderek hız kazanarak günümüzde neredeyse kontrol edilemez ve geriye dönülemez bir şekle dönüşmüştür.


Türkiye 1947 yılından itibaren istisnasız her yıl dış ticaret açığı vermiştir. Farklı kaynaklardan derlediğim bilgilere göre bu kadar uzun süre aralıksız dış ticaret açığı veren ulus devletler sıralamasında, hiç bir yerde bu şekilde yazmamasına rağmen, Türkiye ilk sıradadır. Cari açığı da bu açıkla ilintili olarak büyük ölçüde yüksek seyretmektedir (istisnai yıllar hariç). Özellikle 1980 sonrası özelleştirme ve yabancı sermayeyi teşvik adıyla önceki nesillerden devir alınan birikimlerin önemli bir miktarı satılmıştır. Hatta son yıllarda yurtdışı yerleşiklere Türk vatandaşlığı da satılmaya başlanmıştır. Sürekli artan dış borç ise özellikle son yirmi yılda ivme kazanarak dolar bazında beş kat artmıştır. Bunun doğal sonucu olarak alınan yeni kredilerin faiz baskısı ise iki haneli rakamlara ulaşmıştır.


Bu tablonun devlet büyüklerimiz, elitlerimiz ve yüksek ünvanlı akademisyenlerimiz tarafından farklı şekilde okunduğunu zannetmiyorum. Fakat ''8i modeli''**** olarak tanımladığım yönetim ilkelerinin sıradanlaştırıldığını veya uygulamaya geçirilemediğini, buna alternatif olarak büyük ölçüde fragmente veya dirijist yapılar içinde söz konusu yapısal sorunlara pragmatist çözüm arandığını gözlemliyorum*****. Bu da beni çok tedirgin ediyor.


Küreselleşme savunucuları uluslararası kuruluşlar üzerinden başarının reçetesi olarak ''neo-liberal politikaları'' öne çıkarırlar. Bu politikaları uygulayan ulus devletleri de ciddi derecede teşvik ederler. Türkiye de teşvik edilen ülkeler arasındadır. 1980 sonrası Türkiye, neo-liberal politikaların ''ulusa özgün sürümü'' birbirinden farklı melez modeller uygulayarak Almanya, Japonya, Güney Kore ve Çin gibi başarılı olmaya çalışmış, ancak iyi neticeler alamadığını görünce son yıllarda makas değişikliğine gitmiştir. Uygulanan yeni ulusal strateji ve yönetim şeklinin bütünsel modeli her ne kadar kendi içinde henüz tam tutarlı değilse de, halen uygulanmakta olan politikalara ''heteredoks'', yani ''doğru bilinenlerden farklı'' uygulamalar denmektedir.


Fakat kesin olan bir şey vardır: Türkiye ''ödünç alınan refahı'', milli servetini daha fazla eritmeden ve yüksek faizli dış borç almadan ''kalıcı ve tabana yayılan sürdürülebilir refaha'' dönüştürmek arzusundadır. Bunun için de dış ticaret ve/veya cari fazla veren mekanizmalar kurmak ve yerel parasına itibar kazandırmak için çaba göstermektedir.


Bu hedefleri gerçekleştirmek için ülke yönetim mekanizmalarını tasarlayan ve icra eden kurumlarda görev yapan anahtar yönetim pozisyonlarındaki yöneticilerinin, ''8i yönetim ilkelerini'' hayata geçirme kapasitesine sahip olup olmadığının incelenmesi, zayıf yönlerinin nasıl güçlendirilmesi gerektiğinin analizi ve ortaya konan bütünsel ulusal stratejinin (kalkınma planının) tutarlılığının ve etkinliğinin bilimsel perspektiften değerlendirmesi multidisipliner ayrı bir çalışmanın konusu olmalıdır.




*Dünyadaki toplam yaklaşık iki yüz ulus devletin %90'nının cumhuriyet ve demokrasi kültürü 1945 sonrası oluşmaya başlamıştır.

**Örneğin ABD, Fransa, Türkiye ve Lübnan'da hem cumhuriyet hem de demokrasi rejimi vardır. Ancak bu ülkelerin küresel rekabetteki konumları ve refah düzeyleri birbirlerinden çok farklıdır.

***Aristotales bu olguyu ''soysuzlaşmış demokrasi'' olarak betimlemiştir.

****8i Yönetim modeli: İddia, İçerik, İstişare, İkna, İttifak, İcraat, İrdeleme, İletişim

*****Bkz. Ülke Yönetimi, Servet Topaloğlu, Kırmızı Kedi Yayınları, 2022

227 görüntüleme2 yorum
Servet Topaloglu

 Perakendede İnovasyon

 Bir fıkrayı ilk defa anlattığınızda herkes güler. İkinci kez anlattığınızda gruptaki ilk heyecanın düştüğünü görürsünüz. Üçüncü kez anlattığınızda ise

artık sıkıcı olmaya başlamışsınızdır. Perakende sektöründe innovasyonda işte böyle bir şeydir. İhtiyaçlara çözüm üretemezsiniz ve üretkenliğinizin sürekliliğini sağlayamazsanız bir süre sonra müşterileriniz sizden sıkılırlar...Orjinal başlangıç konseptiniz atraktif, konseptin temelini atan ve kurgulayan yönetim kadrolarınız mükemmel olsa dahi... 

ST

 

Bize sık sık "perakende şirketleri, çevikliklerini kaybetmeden nasıl sağlıklı biçimde büyüyebilirler ve kârlılıklarını artırabilirler" diye sorulur ve bugüne kadar icra ettiğimiz projelerde özellikle nerelere odaklandığımız merak edilir.

Yanıt oldukça basittir:

perakendede liderlik1.png
bottom of page